Cumhuriyet Dönemi: Kurtuluş'tan Kuruluşa![]() Gazi Mustafa Kemal Atatürk -4- (1930-1938)
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1938 senesini hastalığı ile boğuşarak geçirdiğini düşünürsek; Türkiye Cumhuriyeti’nde tam 14 sene Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmüştür. Misal şu anki AKP iktidarından 2 sene daha fazla. Seçimlerin tarihini düşünürsek, AKP’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhur Reisliği yaptığı süreyi yakalayacak. Tabi Gazi sadece Cumhur Reisliği yapmış, Başbakanlık hiç yapmamıştır ama Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönem attığı hemen her adımda, elbet fikirleri vardır. O zaman, daha sağlıklı bir değerlendirme için, yapılanları kıyaslamak lazım biraz da belki. Ama nasıl bir kıyas? Yani misal zamanı, hem dönemin hem de şahısın şartlarını, zamanın imkanlarını ve bunun gibi onlarca faktörü ortaya koymadan sağlıklı bir kıyaslama yapılabilir mi? Zaten birebir kıyaslarsan iş basit: Napolyon’a niçin Fransız otomobillerini dış ülkelere ihraç edemedin diye kızabiliriz. Osman Bey’e niçin İstanbul’u alamadın denebilir mi? Ya da Benjamin Franklin, uzaya mekik gönderemedi diye eleştirilebilir mi? Ama Franklin olmasaydı, ABD olur muydu ki; uzaya mekik göndersin? Cevaplanması gereken sorular biraz da bunlar. Ama doğru cevaplara ulaşmak için, doğru soruyu sorabilmek şart. Belki; hakikaten yine de birleşirdi 13 koloni ve ABD, Franklin olmasaydı da olurdu. Tabi ki tartışılır. Ama cevap veya sonuç ne olursa olsun; sonuca ulaşabilmek için tartışmayı doğru eksene oturtmak hepimizin görevi. Obama mı başarılı Lincoln mü? Nasıl kıyaslarsın? Teknolojik gelişmelerle mi? Abraham Lincoln, televizyon yokken, hatta telefon bile icat edilmemişken ve bir iç savaşın ortasında göreve geldi. Obama ise süper güç olmuş bir devletin başına geldi. Kıyaslamak zor. İşin garip yanı, konu Mustafa Kemal olunca, bu bile mümkün. Dünya üzerindeki durumlarının gelişimini izleyerek yorumlayacağız da. Ama evvela bir çok hadiseyi doğru sıralamak lazım. Peki liderlerin bundan başka bir kıyas metodu var mı? Olabilir: Hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış, veya aynı süreçlerden geçmiş, farklı milletlerin liderlerini birbiri ile kıyaslayabiliriz biraz. Franco’yu Fidel Castro ile kıyaslayabiliriz belki. Misal Hitler’i Mussolini ile kıyaslayabiliriz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bunlarla da kıyaslayabiliriz Cumhuriyet’e geçiş evrelerini temsil ettikleri için. Koşullar benzeyebilir; aynı olmasa da. Ya da Gazi’yi Mao ile kıyaslayabilirsin; aralarında sadece 12 yaş farkı var çünkü. Dönemler aynı sayılır. İmkanlar da hemen hemen. Koşullar ise bambaşka tabi. Yani dönemlerin aynı olması da yetmez. Bir de mevcut şartlarını ortaya koymak lazım. Misal Adolf Hitler, Almanya’nın başına geldiğinde, ülkesi işgal altında değildi. Ama gittiğinde, yani intihar ettiğinde ülkesini işgal altında bıraktı. Bağımsız ve güçlü bir devletin idaresini ‘atanarak’ alıp, geriye işgal altında bir devlet bıraktı. Neticeye bakarsan bu özet bile, istisnalar hariç, bir şeyler anlatmaya yeterli olabilir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise, işgal altında olan bir ülkede hem de atanmadan, tırnakları ile başa gelip, hemen herkesle sorunsuz olan bir Türkiye Cumhuriyeti’ni bırakıp gitti. Emaneti ‘Nasıl buldu, nasıl bıraktı.’ Önemli yani. Bu sebepten, biz bu kıyaslanabilir liderleri karşılaştıralım öncelikle. Sonra günümüze etkilerinin ve yaptıklarının döneme uygun değerlendirmesini yazabiliriz.
Evvela bir tespit yapalım: Her milletin ve/veya hemen her kurulmuş devletin bir önderi vardır. Bu tarihin değişmez bir gerçeğidir. Hele ki bazen öyle isimler çıkar ki sahneye; yüzyıllarca unutulmaz ve dünya tarihine malolurlar. Bazı milletlerin tarihinde birkaç tanedir böyle örnekler. Bazılarında doğru düzgün bir tane bile yoktur. Bazılarında ise çok fazla. Biz çok şanslıyız bu konuda. Geçmişe dönüp örnek alabileceğimiz ve dünyanın tanıdığı o kadar çok isim var ki tarihimizde; bu bir bakıma bizim ne kadar büyük bir millet olduğumuzun da, önemli bir göstergesidir aslında. Diğer milletlerin tarihi şahsiyetleri ile bizimkileri kıyasladığımızda ise; fark daha iyi anlaşılıyor elbette. Bu amaçla biz; Gazi’yi, bir de diğer milletlerin öne çıkan şahsiyetleri ile kıyaslayalım. Beğenmeyenler için, kıyas elbet elzemdir. Tabi aynı devirde ama farklı koşullarda olanlar da var. Bunları da görelim ki; okuyanların değerlendirmesi daha objektif ve doğru olabilsin…. …………………….. İmparatorluklardan Cumhuriyetlere
19. ve 20. Yüzyıl; günümüz milletleri ve yönetim biçimleri için, tarihi şahıslarının ortaya çıkmaya başladığı zamanlardı. Demokrasi diye bir şey ortaya çıkıyordu ve İmparatorluklar tek tek yıkılıyordu. Misal Fransa, ilk demokrasi ayaklanmasının başarı gösterdiği yerdir diyebiliriz. 19. Yüzyıla bir yıl kala, meşhur Fransız Devrimi ile Avrupa’da monarşi sonrası ilk Lider ortaya çıkmıştı: Napolyon Bonapart. Avrupa’da monarşiye, yani İmparatorluk-Krallık yönetimine karşı ilk zafer burada kazanıldı. Ve devrimin generali Napolyon, 1799’da kurulan 1.Fransa Cumhuriyetinin ilk Başkanı oldu. Asker kökenli bir adam Devrimin lideri idi. Cumhuriyet kuruldu ve o da ülkesinin ilk Cumhurbaşkanı oldu. Ortaya çıkış biçimi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e benziyor değil mi? Evet. Peki koşulları? İcraatları? Göreceğiz… Ama önce şu monarşiden demokrasiye geçiş süreçlerini kısaca irdeleyelim. ………………………………………………………… Babadan oğula geçen bir sistemdir monarşi. Ama saçma sapan süreçler yaşar bu tür yönetimler. Çünkü misal Baba iyi bir idareci hatta bir kahraman olabilir. Onun oğlu da. Hadi torunu da belki. Ve torununun torunu da lider vasıflıdır diyelim. Ama bütün çocukları ve soyu memlekete hayırlı olacak, lider olacak, savaşçı olacak diye bir gerçekçilik olabilir mi? Pek mümkün de değildir zaten bu. Devlet içinde devlet modellerinin de ortaya çıkış tarihleri bu zamanlardır. Kimisi hakikaten vatan lehine çalışan bu oluşumların; hangisi iyidir, hangisi kötü anlaması zor ve görecelidir. Buradaki görece; oluşumların hayata ve dolayısıyla siyasete bakış yönleri ile ilgilidir. Bu karmaşada sığınılacak ihtimal olarak ne kalır? Hakk’ın iradesi ve/veya halkın iradesi. Hakk’ın iradesi cevabı için; nihayetinde durumun yine iradeyi idare edenlerin kişilikleri ile belirlendiğini hatırlatmakta fayda var. Nitekim İslamiyet’in ilk yıllarından sonra bu durum net bir şekilde görülebilir. Hz. Muhammed (s.a.s.) vefat ettiğinde, yerine oğlu mu geçti? Hayır. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat edince oğlu mu geçti? Hayır. Velhasıl Hz. Muhammed'ten (s.a.s.) sonraki 4 halifede seçimle başa geldiler.
4 halifeden sonra ise babadan oğula idare başlamıştır. Gücü elinde tutmak isteyen kabileler, bu sistemi kendilerine daha uygun bulmuşlardır. Yani varılan nokta yine monarşi. Bu sistemin sonuçlarını iyi irdelemek gerekir kanaatindeyim. Misal Emevi veya Abbasi idareleri gerçekten İslamiyet’e uygun muydu? Uygunsa bu kadar ayrışma neden oldu? Mezhep ayrılıkları, 4 halifeden sonra ayyuka çıkmış ve bu hengamede, Peygamber’in (s.a.s.) torunları bile öldürülmüştür. Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken konulardır. Daha evvelki yazılarımızda biraz değindik, daha sonra detayına da ineceğiz İnşallah. Ama bu detaylar bu yazının konusu değil elbette.
Peki; halkın iradesi cevabı için; ‘Halk her zaman doğruyu seçmeye ehil midir?’ sorusunu sormak lazım. Bu tabi ki eğitimle ilgili bir sorundur aslında, ama işin içine bu devirde medya yoluyla yapılan propagandaların etkisi de, çok şiddetli bir biçimde girmiştir. En doğru yönetim biçimini belirlemek, başka bir husus aslında. Lider seçimini belirlemek ise daha başka bir şey.
Misal, daha evvel belirttiğimiz gibi; Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) den sonra, 4 Halife de seçim ile gelmişlerdir. Yani İslamiyet’in ilk ve en sade dönemi olan 4 halife devrinde yönetimin babadan oğula geçmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Peki Halifeleri halk mı seçiyordu? Hayır. Şehrin ve/veya devletin ileri gelenler heyeti. Şimdiki düzene benzer bir düzendi bu aslında. Bu heyetlerin seçim metodu farklıydı belki. Meclis, bu sisteme benziyor mu? Halk heyeti seçerse, başkan da yine halkın seçimi sayılabilir mi? Velhasıl günümüzde yeterli teknolojik donanımlarla halkı bilinçlendirmek iyi niyetle mümkündür. Ancak burada teknolojiyi kendi niyetlerine alet eder bir oligarşi oluşursa; durum değişir. Bunları konuşacağız, ama biz şu an yazımıza dönelim.
Dünya’da ilk demokrasi hareketleri Sonuçta 4 halifeden önce olduğu gibi, sonrasında da; yönetim biçimlerine bu babadan oğula geçen sistem hakim olmuştur. Lakin 19. yüzyıl; artık monarşi karşıtlığının iyice yükseldiği dönemlerdir. Buna ilk örnek A.B.D. olmuştur aslında. Fransız Devriminin de etkilendiği yer orasıdır ve biraz da ilk örnektir.
Ve göçler arttıkça orada bir devlet kuracak kadar insan nüfusu oluşmuştu. Geneli İngiltere’den olmak üzere çeşitli ülkelerden buraya göçüp yerleşen insanlar, kendilerince bir düzen kurmaya başlamışlardı. (Bu düzen kurulurken ve devletin oluşumu safhasında yapılan Kızılderili soykırımları bu yazının konusu değildir ama ayrı bir yazı olarak muhakkak değerlendirilecek ve bizi de ilgilendiren kısımları ile yayınlanacaktır.)
Elbette başta Britanya İmparatorluğuna bağlı kabul edilen bu insanlar, bir nevi eyalet gibi düşünebileceğimiz ayrı ayrı koloniler kurmaya başladı. Ve sonunda 13 koloni devri denilen ve her koloninin kendi içinde bağımsız olduğu bir döneme geçildi. Tabi insanlar eşit şartlarda idi orada. Toprak baronları yoktu, herkes yeni gelmişti. Kimsenin birbirine üstünlüğü yoktu yani. Hemen herkesin bir toprağı vardı ve bu durum; onların geçimlerini kendilerinin sağlamasına yettiği gibi, iradelerinin özgür olmasını da sağlıyordu. 13 koloniyi birleştirme çabaları uzun sürdü. Ortada bir kral veya imparator yoktu. Halk kendini yönetenler üzerinde söz sahibiydi. Bu yöntem daha evvel görülmemişti ve elbette özellikle Avrupa’da yankı uyandırmaya başladı. İlk devrimin Fransa’da olma sebebini araştırırken gözüme ilk çarpan nokta ise şu idi: Bilimsel gelişmelerde olduğu gibi, bu yeni sistemi de, düşünce bazında ilk tartışanlar, yani ‘aydınlar’ o dönem en çok Fransa’dan çıkıyordu. Descartes, Montesquieu, Voltaire, Diderot gibi büyük düşünürler Fransız idi. Yani bir anlamda kültürün merkezi Fransa olmuştu. Keza Rousseau gibi Cenevre’de doğup, Fransa’da ölen düşünürlerin de katkılarıyla, o dönem Avrupa’da kültür-medeniyet denildiğinde ilk akla gelen Fransa olmuştu. Osmanlı’da da ikinci dil Fransızca idi o zaman. Zaten bu örnek bile, Eğitim ve Kültür ikilisinin önemini anlatmaya yetiyor. Keza Fransa’da devrimden 4 sene önce 1785 yılında Coulomb Yasası gibi ‘elektrik elektronlarının noktasal direncine’ dair makalaler yayınlanırken, Osmanlı matbuatında ilmi olarak elektrikten ilk bahsedilen yazı bile neredeyse 100 yıl sonra, 1864 yılında Dâniş imzasıyla Mecmua-i Fünûn’da çıkan “Kuvve-i Elektrikiyye” adlı 4,5 sayfalık metindir. Bir tarafta sağlıklı bir eğitim sistemi olmayan Osmanlı yerinde sayarken, diğer tarafta, Fransa’da aydınlar bilimsel makaleler, felsefi yayınların dışında, bu yeni yönetim sistemini de tartışmaya başlamışlardı.
Velhasıl 2. Abdülhamid döneminde gördüğümüz ‘Kanun-i Esasi’nin düşünürü Ziya Paşa gibi, yukarıdaki bütün büyük Fransız düşünürleri, kendi eserleri sayılacak Fransız Devrimi’ni dünya gözü ile göremeden öleceklerdir. Ama bu devrimin düşünce liderleri elbette onlar oldular.
Devrimin askeri lideri ise General Napolyon Bonapart idi. Ve yeni kurulan Fransa Cumhuriyeti’nin ilk Başkanı seçildi. Fransız Devrimi sırasında, dönemin Fransa kralı XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette ile onlara yakınlığı olduğu düşünülen Fransız vatandaşları öldürüldü. Yani devrim kansız olmadığı gibi, onbinlerce cana mal oldu. Daha evvel yazılarımızda değindiğimiz ve İstiklal Mahkemelerinin astırdığı 3000 kişiyi (Ki bunların içinde vatan hainleri, isyancılar, asker kaçakları, tecavüzcüler, katiller vesaire vardır) çok görenler, diğer devrimlere bir göz atmalılar kanaatindeyim. Örneğin Fransa'da 1793 - 1794 arası "Tribunal Revolutionaire" adı verilen İstiklal Mahkemesi, yalnız Paris'te 2774 kişiyi idam cezasına çarptırdı; aynı yıl içinde Fransa'da 17 bin kişi hakkında ölüm cezası verildi, sokak ortasında öldürülenlerle birlikte bu sayı 400 bine ulaştı. Sonuçta Avrupa'da ilk Cumhuriyet kuruldu: 1. Fransa Cumhuriyeti.
1799’da Başkan seçilen Napolyon, önce İtalya’yı işgal etti ve ardından 1804 yılında kendisini önce İtalya Kralı, daha sonra Fransız İmparatoru ilan etti! Evet, Fransız Devrimi’nin generali, karşı çıktığı, savaştığı ve yıktığı düzene kendisi dönmüştü. Cumhuriyeti lağvetti ve oğlunu I.Napolyon adıyla veliaht atadı. Bu olay büyük yankı uyandırdı. Annesi dahi onunla irtibatı kesti. Beethoven eserlerinden Napolyon ismini çıkardı. İhtilalciler ve askerlerden de tepkiler aldı. Ardından sayısız savaşlara girdi. Sonuçta Napolyon, bu süren savaşların sonunda İngilizlerin eline esir düştü ve 51 yaşında esaret altındayken öldü. Daha sonra kurulan 2. Fransa Cumhuriyeti ise, ilginçtir III.Napolyon tarafından yıkıldı. 1870 yılında 3. Fransa Cumhuriyeti kuruldu. 2. Dünya savaşında Almanya’nın işgaline uğradı ve Almanya destekli totaliter Vichy Fransası kuruldu. Hatta bu dönem, yani 1940’lı yıllarda bile iç karışıklıklarda Fransa’da binlerce kişi sokak ortasında infaz edildi. Fransa, Alman işgalinden kurtulur kurtulmaz yeni bir cumhuriyet dönemine girdi. 1944 yılında 4. Fransa Cumhuriyeti kuruldu. Parlamenter düzeni yeniden kuran bir anayasa kabul edildi. İşgal sırasında direniş güçlerinin başı olan General De Gaulle başbakanlığa geldi. Fakat partiler arasındaki anlaşmazlıklar ve hükümet krizleri sonucu, ülke karışıklıklar içine girdi. De Gaulle politikayı bırakıp köyüne döndü. 1958 yılında Fransa karıştı. Sonunda General Charles de Gaulle yeniden göreve çağrıldı ve bir müddet sonra bugünkü 5. Fransa Cumhuriyeti kuruldu. Kısa özetten görebileceğiniz üzere; demokrasinin Avrupa’daki öncüsü Fransa’da bile bugünkü düzene ancak 1958 yılında gelinebilmiştir. Askeri darbeler orda da söz konusudur ve en önemli husus şudur ki; Fransa bu demokrasi yoluna 1789 yılında, yani bizden 100 yıldan fazla zaman önce girmesine rağmen, düzenin yerleşmesi için 162 yıl gerekmiştir. Bizdeki tek partili dönemin uzun sürdüğü eleştirisini yapanların, bu noktayı görememeleri şaşırtıcıdır. Görüldüğü üzere 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, henüz 1946’da çok partili seçime giderken, Avrupa’da bu sistemin öncüsü Fransa, bugünkü haline ancak 1958 yılında gelebilmiştir. Yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü demokrasi alanında eleştirenlerin, o dönem Avrupa’sında bile, kimde bu düzen vardı diye sorsak, bilmediklerinden eminim. Ama ithamlarda bulunan herkesin bu soruyu cevaplaması gerekir. Nitekim Afrika, Asya gibi kıtalar ve yüzlerce ülke hala oturtamadı bu sistemi. Konusu gelmişken, ilk olarak Fransa Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti’ni ve dolayısıyla Fransa’daki Cumhuriyet rejiminin ilk Başkanı ve Fransızların son dönem için en bilinen tarihi şahsiyeti olan Napolyon ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kıyaslayalım.
Napolyon Bonapart-Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Diktatörlük Kavramı Evvela tespit basit; bir tarafta Cumhuriyet’i kuran hareketin lideri Napolyon, kendisini İmparator ilan etmiş ve Cumhuriyet rejimini lağvetmişti. Bu bakımdan Gazi ile demokrasi kültürü konusunda yarıştırılamaz tabi ki. Yani bugün Atatürk’e diktatör diyenler, Napolyon’a ne diyorlar duymak lazım! Zaten bir kavram karmaşası yaşanıyor bu geçiş dönemi ile ilgili. Monarşiden sonra, direk olarak çok partili seçim sürecine giren bir ülke, masallarda bile yoktur. Dolayısıyla bu tek partili ve/veya tek adamlı geçiş dönemine bir isim verirken dikkatli olmak gerekir diye düşünüyorum. Yani tek adam yönetimi illa diktatörlük müdür? Buna evet demek, komik olmaktır. Çünkü tek adam neden ordadır sorusunu sormak ve gerçekçi bir metod ile cevaplamak, bir tespit yapabilmek için şarttır. Öteki türlü konuya sağlıklı bakabilmek mümkün değildir.
………………………….. Bu sebepten tek adamlı yönetimlere, yönetene göre isim vermek gerekir kanaatindeyim. Totaliter mi, otoriter mi, despot mu, demokratik mi? Biraz plütokrasi, biraz aristokrasi kokan bu evreler, ezberlenmiş manadaki bir otorite boşluğunun doğurduğu çaresizliğin ürünleridir denilebilir. Nitekim meritokrasi denilen ve kişilerin özellikleri ile ön plana çıkabileceği şartların oluşması, gidilen yolun samimiyetine ve toplumun bilinç düzeyine göre doğaçlama gelişmektedir. Niyete bakmak gerekir ve tabi ki niyetin göstergesi olan icraatlara. Tek adam çoklu demokrasiye geçiş için hazırlıklar yapıyor ve demokrasiyi geliştiriyor mu? Halkın eğitim seviyesi, özgürlüğü ve ekonomik anlamda geleceği, ülkenin dışa bağımlılığı gibi konular üzerinde çalışarak, halka kendilerini yönetebilmeleri adına yardımcı oluyor ve yol gösteriyor mu? Bu soruların cevabı, yönetim biçiminin de adıdır yani. Ve yapılanlar gösteriyor ki; bu sorunun cevabı Gazi için ‘evet’, misal Napolyon için bile ‘hayır’ dır. Kaldı ki; Napolyon bağımsız bir Fransa’da başa gelirken, Mustafa Kemal bir yandan düşman işgaline karşı savaşıyordu. Hem de ne savaş! Önceki yazılarımızda gördüğümüz üzere, yokluklar içinde, peş peşe Balkan Harbi, Trablusgarb ve 1. Dünya savaşından çıkmış, işgal altında olan, tükenmiş bir milletten, Kurtuluş Savaşı için enerji çıkarıyordu. Ve yine unutulmamalıdır ki; Napolyon kendi çıkardığı bir savaşa girdiğinde, arkasında düzenli bir ordu ve bir Devlet vardı. Gazi Mustafa Kemal ise Kurtuluş Savaşına başlattığında; arkasında hiçbir güç olmadığı gibi, hakkında idam kararı bile alınmıştı. Ve bu yetkisiz haliyle günü gelecek, yaveri bile görevinden azlini isteyecekti. Keza Napolyon’un başına geçtiği ülke; Avrupa’da o dönem kültürün beşiği idi. Bir çok düşünürü ve yazarı, zaten uygulanacak yol üzerine sayısız makaleler yayınlıyor, diğer taraftan ilim ve fen konularında halkını bilinçlendiriyordu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önünde ise, okuma yazması olmayan, savaşlar sonucu erkeksiz kalan evler, yoksul ve yer yer zulüm görmüş bir halk ve daha evvelki yazılarımızda gördüğümüz gibi, tek kurtuluş çaresini İngiltere’ye boyun eğmek olarak gören bir yazar ve aydın kitlesi bekliyordu. Bir noktayı daha tekrarlayalım; çünkü günümüzde çok kullanılıyor bir kesim tarafından. Biz daha evvel ki yazımızda ‘İstiklal Mahkemeleri’ konusunu ve abartılan idam sayılarını irdelemiş ve hatta bu yalanlardan bir kaçına örnekli cevaplar vermiştik. ‘Bize Nasıl Kıydınız’ filminin yapımcı ve savunucularının nasıl rezil olduğunu da görmüştük. Ama burada bir kez daha hatırlatalım; Cumhuriyet rejimi bizde yerleşirken ölen insan sayısı, Fransız Devrimi ve sonrası ile kıyasla devede kulak bile değildir. İmparator’un ve karısının dahi idam edildiği, 400 bin kişinin öldüğü Fransız Devrimi bugün nasıl anılıyor, bizim Cumhuriyet nasıl? Bu konuda herkesi oturup bir düşünmeye davet ediyorum… Yine de Gazi’yi Napolyon’dan ayıran en büyük fark; Napolyon Bonapart; askeri kimliğinden hiç sıyrılamamış, ihtirası ve hırsı ile hem kuruluşunda başrol oynadığı Cumhuriyeti kendi yıkmış, hem de geldiğinde bağımsız olan ülkesini esaret altına düşürerek, kendisi de esaret altında ölmüştür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise, onu efsane yapan büyük Askeri şahsiyeti dışında bir Devlet Adamı olabileceğini de ispatlamış ve madalyalarla dolu üniformasını çıkartarak, bir daha giymemeyi başarmıştır. Çünkü o hem savaşı gerektiğinde aslan gibi yapan bir Yavuz, ama hem de gerekmediğinde düsturu ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ olan bir Yunus’tur. Burada onlarca sebep sayıp, onlarca sayfa yazabiliriz Gazi Mustafa Kemal’in, Napolyon’dan üstün taraflarına dair. Ama bu yazılanlar bile yeterlidir sanırım. Ama günümüzde Napolyon nasıl hatırlanıyor dünyada bir düşünün. Ama Gazi’yi kendi halkından bile acımasızca eleştirenler var. Sultan Vahideddin yazılarımızda değindiğim bir olaya yine değineyim musadenizle: Ama biz şimdi konumuza dönelim ve bu süreçte diğer milletlerin öne çıkan şahsiyetlerini inceleyelim.
……………………………………………………………. Almanya’da ise durum farklı sayılmazdı. İlk olarak 1918 ihtilali ile İmparator tahtan çekildi. 1. Dünya savaşı sonrası idi ve Almanya'da bizim gibi mağluptu. Gazi Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktığı yıl, yani 1919 yılında Cumhuriyet kuruldu. Ancak, zamanla iç karışıklıklar iyice arttı. Birçok parti tarafından yarı askerî (paramiliter) güçler kurulmuştu ve siyasi sebeplerle binlerce cinayet işlenmişti. Paramiliter güçler seçmenlerin gözünü korkutmakta ve zaten yüksek işsizlik oranları ve yoksulluktan muzdarip olan halkta, şiddet ve nefret tohumları ekmekteydiler. Bir dizi başarısız kabineden sonra, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, hem pek fazla alternatif görememesinden hem de sağcı danışmanlarının baskısı sebebiyle, 30 Ocak 1933'te Adolf Hitler'i Almanya Şansölyesi (Başbakan) olarak atadı. Sonrası ise malum: Alman parlamentosu kundaklandı. Bazı temel demokratik haklar kaldırıldı. Hitler yasamayı ve yürütmeyi kendi eline aldı. Anayasada yapılan değişikliklerle çok partili rejim kaldırılarak tek partili düzene geçildi. Almanya tekrar imparatorluk olmuştu. Nitekim 2. Dünya savaşı Hitler tarafından başlatıldı. 10 milyon Alman’ın ölümü ile sonuçlanan ve birçok katliam ve soykırım olayları ile geçen Hitler yönetimi 1945’te yenilgi ile sona erdi. Almanya ikiye bölündü. Batı ve Doğu Almanya henüz 1990 yılında birleşti ve bugünkü Almanya Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Hitler’in tarih sahnesinden yeni silindiği yıllarda, hatırlatalım ki; bizde çok partili seçim bile yapılmıştı. (1946) Velhasıl bu son dönemde, Almanlar adına öne çıkan tarihi şahsiyet Hitler idi. Çok partili seçimle başa gelen ve rejimi tek partili hale kendisi getiren Hitler’in dünyaya ve Almanya’ya verdiği zarar malumdur. Yine belirtmekte fayda var ki; Hitler ülkesini hiçbir işgalden kurtarmadığı gibi, bağımsız olarak devraldığı Almanya’yı sonunda işgal altına sokarak intihar etmiştir. Halbuki Gazi M.Kemal Atatürk öldüğünde, Alman Volkischer gazatesi şu yorumu yapmıştır: -‘ Atatürk Türkiye' yi tek düşman kalmaksızın bırakmıştır. Bu zamanımızın hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır.’ Doğru söze ne hacet. Ama bizdeki körler, hala gerçeği göremiyorlar. Yine unutulmamalıdır ki; Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı sıfatıyla; fikirlerle uğraşıp, yürütmeye bile fazla müdahil olmazken; hem yürütme hem yasamayı kendi elinde toplayıp tam bir diktatörlük örneği veren Hitler’i kime benzetebiliriz tartışmaya açıktır. Bugün dahi ‘Yasama da yürütme de biziz’ diyebilen liderler vardır ve bu mantıktaki insanların hırslarıyla halklarını nerelere sürükledikleri tarihte fazlasıyla örneklenmiştir. Örnek anlaşılmıştır kanaatindeyim. Biz tekrar konumuza dönelim………
………………………
Gördüğünüz üzere, biz ülkemizi ve liderimizi, bugün için en gelişmiş ülkeler sayılan Avrupa devletleri ve liderleri ile kıyaslıyoruz. Ortadoğu, Asya, Afrika ülkeleri ve liderleri ile kıyaslamaya şu an için gerek dahi duymuyoruz. Çünkü hala demokrasiyi sindirememiş birçok ülke mevcuttur. Zaten bahsettiğimiz dönemler dünyanın %75’i sömürge veya yarı sömürge idi. Hatta bugün Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan, Bulgaristan bile bağımsızlıklarını yeni kazanıyorlardı. Bu sebepten biz demokrasi gelişimini, şu an en gelişmiş sayılan ülkelerle kıyasa devam edelim.
………………………… İspanya’da demokrasi hareketleri yine sancılarla doludur. Ve bu ülkede Francisco Franco ismi ön plana çıkar. 1931’de 2. Kez kurulan İspanya Cumhuriyeti’nde uzun süren darbe ve iç çekişmeler sonucunda 1938 yılında iktidara Franco geldi. 1947'de "Katolik ve sosyalist bir devlet" olarak tanımlanan İspanya'yı yeniden bir krallığa dönüştüren ‘veraset yasasını’ kabul ettirdi ve kendisini devletin ömür boyu koruyucusu ve Kral naibi atadı. (O sırada bizde çok partili seçim yapılmıştı. Dikkat.) Nitekim 1975 yılına kadar Franco Diktatörlüğü devam etti. İspanya’da ilk çok partili seçimler 15 Haziran 1977 yılında yapılabildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin beğenilmeyen demokrasi sınavını görmek için bir örnek daha.
……………………………………….
İtalya denilince ilk akla gelen isim ise Benito Mussolini’dir. 1922 yılında Kral tarafından Başbakanlığa atanan Mussolini; döneminde diktatörlüğün koyu ve keskin uygulamalarını birer birer hayata geçirmeye başlamıştı. İtalya’yı kısa zamanda bir polis devleti haline getirdi. Kitap ve gazetelere getirilen sansür, seçim sisteminde yapılan düzenlemeler ve Faşist Parti dışındaki diğer partilerin kapanması gibi uygulamalar gerçekleştirildi. Burada araya girmek lazım. Gazi Mustafa Kemal Atatürk; hem aşırı sağ, hem de aşırı sol partilere müsade etmemişti. Prof. İlber Ortaylı’nın tespitini hatırlatalım: O 1950 yıllarındaki çok partili rejimi isterdi. Yani ne aşırı sağ ne aşırı sol olan, ortada bir demokrasi. Keza ben de Anap ve DYP’nin iktidar için yarıştığı yılları örnek verebilirim. Biz konumuza dönelim. Mussolini, sendika hareketlerini de kanun dışı ilan etti ve eğitimi kontrol altına aldı. Tüm bakanlıkların görevlerini kendisi üstlenmişti. Nitekim 1945 yılında kendi ülkesinde tutuklandı ve kendi ordusunun bir albayı tarafından öldürüldü. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Mussolini’nin saldırgan politikalarından hep rahatsız olmuştur. Hatta Hatay’a talip olan Mussolini’ye, İtalyan Büyükelçisi vasıtasıyla ‘Bana çizmelerimi giydirtmesin.’ mesajını göndermiştir. Benim araştırmalarımda, cenazesinde izdihamdan bu kadar insanın hayatını kaybettiği başka bir örnek çıkmadı. Elbette ölümler trajediktir. Ama Gazi’nin cenazesine olan ilgi, bir şeyleri anlatabilir. Aşırı kalabalıktan ölen 2’si gayrimüslim 11 kişi; aslında sadece bir şeyleri değil, anlayabilene çok şeyleri ifade edebilmektedir. …………………………….. Avrupa’nın diğer devletleri, yani misal 1955 yılında kurulan Avusturya ve 1989 yılında kurulan Macaristan gibi örnekler ve yukarıda yapmış olduğumuz kıyaslamalar, bizim devrin gerekliliği olan yönetim biçimine çok daha evvel başladığımızı gösteriyor. Demek ki sorun kuruluşta değil, bizde. Konuşacağız.
Bir çok insanın günümüzde, en azından emperyalizme karşı kazandığı zaferle takdir ettiği Fidel Castro’nun, bağımsız bir Küba hayalini herkes bilir. Ama Küba’da heykeli olan tek yabancı Devlet adamının Gazi Mustafa Kemal Atatürk olduğunu kaç kişi biliyor acaba? …..
Geçmişteki örnekleriyle kıyaslamada; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün farkı ortadadır. Ama günümüzle kıyaslama yapma ve haliyle icraatlarını özetlemeden evvel doğuda şu an için demokrasi anlamında olmasa da güç anlamında ağırlığı olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 1949 yılında gerçekleştiğini de hatırlatalım.
Özetle; Gazi Mustafa Kemal Atatürk, müthiş askeri yönünü savaşın bitmesiyle çıkarmış, ülke yönetimini Meclis’e bırakmış ve zamanını daha çok Türk Dili, Tarihi, Dış İlişkiler, Kadınların hayata katılması, Teknoloji, Sanat vesaire gibi, yazılarımızda değineceğimiz yüzlerce önemli konuya kafa yormakla ve Cumhuriyet yönetimini oluşturmakla geçirmiş bir fikir adamıdır aynı zamanda. Cumhuriyet kurulmuştu kurulmasına, ama asıl iş bundan sonra başlıyordu. Bir ekonomik program, eğitim politikası, tarım modeli, sanayi planlama, istihdam, ve türlü konuda bir savaş başlıyordu. Yoklukla ve geri kalmışlıkla savaş. Ve bilinçsiz, yoksul halkı aydınlatmak gerekiyordu. Yani ülkeye huzur lazımdı. Evvela hatırlatalım: Bir önceki yazımızda da kısa bilgiler verdiğimiz bu gelişmeleri, biz daha çok İsmet İnönü ile ilgili yazılarımızda detaylandıracağız. Çünkü Gazi Başbakan olmamıştır. Dolayısıyla hükümet icraatları sayılan bu kalemlere, ancak ülkenin lideri olması hasebiyle kısaca değinilecektir. Burada maksat bakış açısını tarif etmeye çalışmaktır. Tabi İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’in lafından kolay kolay çıkmayacağını ve fikir adamının Gazi Mustafa Kemal Atatürk olduğu gerçeğini unutmadan. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik manada daha çok benimsediği yöntem; Mutedil Devletçilik modelidir. Bu model ile ilgili görüş bildirmekle birlikte, ülkenin bu yönteme mecbur kaldığı gerçeğini de unutmamak gerekir. Yani özelleştirmenin önüne geçilmesi gibi bir durum asla söz konusu olmamakla birlikte, 2 esas nokta yönetenleri bu yola itmiştir.
Peki bu yöntem başarılı olmuş mudur? Keza hükümetin ekonomik anlamda kendi kısıtlı imkanlarıyla yürüttüğü bu büyük kalkınma savaşında başarılı olduğu kesindir. Genel bir bakış açısıyla birkaç doneye göz atalım:
1923 yılında gelir 93 milyon, gider ise 117 milyon olarak hesaplanmıştır. Buna rağmen daha 1925 yılında, gelirin %23.8’ini oluşturan Aşar vergisi kaldırılarak, çiftçinin önü açılmaya çalışılmıştır. Unutmayalım ki; bu yeni ülke, bir yandan yokluklarla ve savaş yaralarıyla uğraşırken, bir yandan da Osmanlı’dan kalan borçları omuzlanarak başlamıştır bu yolculuğa. Gelirin %10 gibi bir kısmı da bu Osmanlı'dan kalma borçlara ayrılıyordu. Ödenen Osmanlı borçlarını ve detayları İsmet İnönü yazımıza bırakıyoruz ama bir örnek ; 1924 yılı Osmanlı’dan kalan borcun ilk taksiti: 14.014.000 Kaldı ki 1924-1925 bütçe planına göz atarsak : Gelir: 129.214.610 Gider: 176.993.800 olarak hesaplanmıştı. (Ş.S. Aydemir. İkinci Adam. S.344) Ama gerek bakanlıkların az para ile çok iş yapma destanı gerek halkın bağışları ile 1924 yılı durum şöyle olmuştur.
Tahsilat: 138.416.000 Harcama: 131.628.000 (Ş.S. Aydemir. İkinci Adam. s.370) Çekirdekten yağ çıkarıyordu çalışanlar. Rüşvet, para saçmak bir yana; görevliler gecesini gündüzüne katarken, fakir halk 2 koyunundan birini vatanına bağışlıyordu. Çünkü Bağımsız bir Vatan’ın kıymetini anlamışlardı.
........................
Keza gelir kaynakları ve birçok kuruluş yabancılara ait. Misal 1923 yılında tamamı yabancılara ait (Fransa, Almanya, İngiltere ve Hollanda) 4112 km demiryolumuz vardı. 1938 yılına gelindiğinde ise, hem bu mevcut demiryollarının tamamı Türk Devletinin olmuş, hem de 3200 km yeni demiryolu yapılmıştır. Tabi bu hız 1940 sonrası yavaşlamıştır. Ancak Gazi sağ iken yılda ortalama 250 km demiryolu yapılmıştır. Misal 1929 yılında 450 km . Tabi bunu o günün teknolojisi ile değerlendirmek lazımdır. Yani günümüzle kıyaslanacaksa, eldeki imkanlarla kıyaslarsak, misal bugünkü Metro yapımı gibi düşünülebilir. Sonuçta imkanlar o devirde bellidir. Hatta sırf Sivas-Erzurum demiryolu için 23 kilometre tünel de kazılmıştır. Ne ile? Bugünkü teknoloji ile mi? Makinelerle mi? İnançla mı? Azimle mi?
O gün yapılan bu büyük mücadeleyi sırf Atatürk adını yıpratmak için küçümsemek, o yollarda ve bugüne gelmemizde alın teri olan büyük Anadolu insanına nankörlük ve hakarettir. Kim ne derse desin, Gazi’nin liderliğinde, bu büyük insanlar elleriyle büyük destanlar yazmışlardır. Allah hepsinden razı olsun ve gani gani rahmet eylesin İnşallah.
Misal Osmanlı döneminde İstanbul-Ankara demiryolu Alman şirketi tarafından 21 yılda yapılmıştı. Bu Türk’ler ne anlar demiryolundan dedikleri, Cumhuriyet’in evlatları ise Yahşihan-Kayseri yolunu (311 km) 1925-29 Ocak 1927 arasında, yani 2 yılda tamamlamıştı.
Sadece demiryolları değildi yapılan. Köylerin de yolu yoktu. Yoklukla savaş en büyük savaştı yani. Misal 19 Ocak 1925’te Meclis Yol Mükellefiyeti Kanununu kabul etti. Halktan da destek alınacaktı. Alındı da. Henüz 1926 yılına kadar şaşırtıcı bir sonuç alındı. Bir yılda 27.850 km köy yolu açılacak, onarılacak ve düzeltilecekti. (Metin Aydoğan. Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005. S.73) O zamanın şartlarıyla düşünürsek; emeği ve azmi görebiliriz değil mi? Makinasız; kazmayla, kürekle, alın teriyle, imanla, vatan sevgisiyle….
Deniz ulaşımı, limanlar ve yabancı limanların Türkleştirilmesi gibi birçok ana kalemi bu yazıya sığdıramayız ama İsmet İnönü yazılarımızı muhakkak okumanızı şimdiden tavsiye ederiz. Çünkü orada da yazacak bir çok başarıda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün rolü yadsınamaz. ............................................ Bankacılıkta ise kısa bir örnekle: Cumhuriyet karşısında; 3 İngiliz, 6 Fransız, 4 İtalyan, 2 Alman, 1 ABD, 1 Hollanda ve hatta 5 Belçika bankası bulmuştu. Osmanlı Bankası diye bilinen Bank-ı Osmani-i Şahane’yi dahi İngilizler ve Fransızlar ortak kurmuşlardı. Ticareti yönetenlerde bunlar olmuştu zaten. Türkler savaşıyor, onlar kazanıyordu.
Buna karşılık Gazi Mustafa Kemal Atatürk kararlı idi. 1925-1935 arasında 25 banka kuruldu. İş Bankası, Ziraat Bankası, Sümerbank, Etibank gibi bir çok kuruluşun her biri, misal ziraat, dokuma vesaire alanlara yönlendirilerek, bir nevi sanayileşme ve özel sektörün destekçileri oldular. Bütün bunları nasıl düşündü ve nasıl uygulamaya koydu anlamak mümkün değil. Tabi ki tek başına değildi ama fikirleri hiç durmuyor, bu halkın kalkınması ve gerçek özgürlüğü olan ekonomik özgürlüğünü de alması için savaşmaya devam ediyordu. Bu konulara detaylıca değineceğiz. .................. Sağlık sektöründe de durum, diğer sektörler gibi çok parlak değildir. 1923 yılında 12 milyon nüfus için, bütün Türkiye belediyelerinin ancak 6 hastanesi vardı. Bunların yatak mevcudu ise 6335’ten ibaretti. Vilayet hastaneleri 45 adet olup, yatak kapasitesi 4550 idi. Hususi hastaneler ise yine yabancılara ait olanlarla hesaplanırsa 32 adet ve 2400 yatak kapasitesine sahipti. Toplam doktor sayısı ise sadece 337. ( Bazı kaynaklar 554 olarak vermektedir: Prof. Dr. Ahmet Saltık) Bebeklerde ölüm oranı %50’nin üzerindedir. (Turgut Özakman. Cumhuriyet. İkinci Kitap. S.12) 1932’ye kadarki 10 yılda 77 yeni hastane açılır.1922 yılında 22 adet olan dispanser sayısı 1932 yılında 339’a yükselir. Burada Kızılay’ın ve birçok Sağlık Bakanı’nın ve çalışanın emeği büyüktür. (Misal Dr. Refik Saydam çok büyük işler başarmıştır.)
.....................................
Eğitim sistemi ile ilgili bir önceki yazımızda kısa rakamlar vermiştik. Bu büyük hareketi İsmet İnönü yazılarımızda detaylandıracağız. Ancak şimdilik özetle kısa bir tespit yapmakta fayda var. Osmanlı’da, özellikle son dönem bir eğitim politikasından söz etmek pek mümkün değildir.
1907 yılında 72 adet Fransız, 83 adet İngiliz, 27 adet ABD, 44 adet Rus, 28 adet İtalyan, 7’şer adet Alman ve Avusturya okulları mevcuttur. 465 adet ise misyoner okulları. (Prof. Dr. Ş. Turan., Türk Devrim Tarihi, c. 3/1, s.65-66)
Tek bir Üniversite var ve onda da yabancı hocalar ağırlıkta. Dışarıdan ders veren hoca getirilen bu devirden kısa süre sonra, bu Cumhuriyetin eğitim kurumlarında yetişen misal Ord. Prof. Reha Oğuz Türkkan, Prof. Halil İnancık gibi sayısız hoca, Amerika dahil bir çok Avrupa ülkesinde dersler vermişlerdir. Ve ders alan değil ders veren bir ülke haline gelebildiğimiz düşünülürse, eğitim sistemindeki mucizevi başarı görülebilir. Misal M. Necati Bey gibi bir çok insanın emeklerini unutamayız. Biz detayları İsmet İnönü yazılarımıza saklıyoruz. Ama Millet Mektepleri gibi müthiş hamlelerin sonuçlarına kısaca değineceğiz. Öyle bir seferberliktir ki bu, 1923-1933 dönemi arası, sadece halka okuma yazma öğretmek için kurulan Millet Mekteplerinin sayısı 54.050 dir. Bakın okulların ve açılan diğer bir çok eğitim kurumlarının (Halkevleri vesaire) sayısı değil bu. Sadece 10 yılda köylere, halka inen devlet dersanelerinin, yani Millet Mekteplerinin sayısı. Parasız verilen bu eğitimin, gönüllüler ordusunun katkılarıyla verdiği sonuç mucize gibidir. Doğru düzgün öğretmeni olmayan bu Devlet, kısa sürede öğretmenlerini yetiştirdiği gibi, mezunlarını halkının hizmetine sunmuştur bile. Velhasıl 46.690 öğretmenin görev yaptığı bu kurumlarda 2.305.924 kişi ders alır. Kısa sürede, eğitime katılanlardan 1.124.956 kişi bu mekteplerden diploma almaya hak kazanır ve okuma yazma bilen, bilinçli toplumun ilk örnekleri olurlar.
Bu müthiş azim Dünya’da da yankı uyandırır elbette. Misal New York Times gazetesi şöyle yazar: ‘Eğitim alanında yiğitçe bir atılımdır bu. Amerika’da okuma-yazma sorunu 150 yıldır kökten çözülememiştir. M. Kemal’in Türkiye’yi okutmak için gösterdiği ilgi bizde de olsaydı, okullara devamı sağlayacak bir yol bulabilir, gerekiyorsa davul da çalabilirdik.’ 3 Ocak 1929 (Bilal N. Şimşir. Türk Yazı Devrimi. s. 237) Peki bu başarı nasıl kazanılıyordu? Azimden başka, bu ani değişimin sırrı neydi? Yeri gelmişken değinelim: HARF DEVRİMİ Yeni fikirler üretmek, herkesin harcı değildir. Zaten olan bir şeyi geliştirmek elbette beceri, azim ve çalışkanlık ister. İşin bu kısmını da, Gazi ve yol arkadaşları, yukarıda yazan örneklerle de görebileceğiniz üzere başarmışlardır. Ancak yeni şeyler hayal edip, daha da önemlisi bunları uygulamaya koyabilmek, deha ve tarihi şahısların nasibi olabilmiştir. Harf devrimi için, halkı okumaktan men etti eleştirileri bile yapılıyor bu ülkede. Halbuki; bu devriminden önce, yani 650 yıllık Osmanlı’da, yüzlerce yıl uygulanan eski Osmanlıca ve Arapça karışımı eğitim sisteminde; halkın okuma yazma oranlarını vermiştik. Erkeklerde % 4-5, kadınlarda ise %0,7. En iyimser kaynaklar bile ortalama % 6‘lardan bahsediyor. Peki, 90 yıllık Cumhuriyet’in insanlarında okuma yazma oranı ne? %95 Demek ki bu devrim işe yaramış. Değil mi? Neticeye bakmak bazen işe yarıyor. Sanırım bu kısa açıklama bile yeterli. Detayı için burada vaktimiz yok. Anlamak isteyenler anlayabilirler çünkü. Öteki türlü; ‘davul zurna da az.’ ……………………
Daha evvelde yazdığımız gibi; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü dahi diye anmamızın sebebi, sadece askeri başarıları değil. O fikir adamıdır da aynı zamanda. Dünya’da böyle bir örnek yoktur bu sebepten. Kolay kolay olamazda. Biz burada Gazi’yi binlerce sayfaya sığdıramayız. Konuşmakla da bitiremeyiz. Ama bir kısmını Dernek toplantılarımıza ayıracağımız bu konunun, yıllarca hem öğrenicisi hem de anlatıcısı olacağız. Şimdi sadece birkaç örnekle, onu ‘fikir adamı’ yapan kısmı özetleyelim. Hatırlatalım ki; varolan bir fikri herkes olmasa bile, çalışkan ve zeki olan her başarılı insan genişletebilir ve uygulayabilir. Ama yeni fikirler ancak dâhilerin işidir.
Bir tarafta ittihatçılar, diğer tarafta padişahçılar ve tabi dış güçler, pay koparmaya çalışan ermeni-rum azınlıklar, isyan eden kürtler, Menemen’den bildiğimiz yobaz isyanları. Yeni bir düzen, yeni kanunlar, yeni nizam, yeni harfler, toprak bekleyen, geçim bekleyen milyonların üzerine, kucak açılan 500.000 göçmen (özellikle balkanlardan). İç çatışmalar, gelenekçiler, savaş sonunda beklediği payeyi alamayanlar, yokluk, savaş yaraları. Hem cahil hem yoksul halk. Osmanlı borçları, kaldırılan aşar vergisi ile birlikte gelir sıkıntısı, sanayisizlik, eğitimsizlik, plansızlık, bocalama devreleri. Bunca şeye rağmen, bir taraftan bırakın milleti, milletvekillerinin bile bilmediği kavramlar; kanun teklifleri, yasalar, tasarılar. Ve sayısız olumsuzluklara rağmen yıl 1924 ve büyüme hızı %14.8
![]()
Affınıza sığınarak; bu yazdıklarımın mübalağasız yüz katını yazmaya hem üşeniyor hem de Gazi’yi ifade etmek adına yersiz buluyorum. Niyeti öğrenmek olan, naçizane bu yazının çok daha fazlasını da öğrenir elbette. Bizimkisi sadece; merak uyandırabilmek adına, birkaç örnek verebilmek. Nitekim, İsmet İnönü yazılarımızda daha detaylı bilgiler verilecektir. Velhasıl sanayi de ayağa kalkıyordu. Misal 1921 yılında yapılan sanayi sayımında, tüm memlekette çalışan işçi sayısı 76.216 iken, henüz 1927 yılında bu rakam 256.855’e yükselmişti. Her koldan; sanayi, tarım, vesaire her dalda istihdam sağlanıyordu.
Dış İşlerindeki başarılara ise, bu yazının hacmi yetmez.
|
13699 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |